Değerli Meslekdaşlarım,
Diller, kültürlerin taşıyıcıları olarak ortaya çıkmış ve bu aktarımda etkin rol oynamışlardır. Dolayısıyla çeviri, öncelikle kültürel bir eylem olup yapısı ve sınırları kesin bir hatla belirlenmiş bir hadise değil, belli bir kültür dizgesi içindeki ilişkilere bağımlı bir etkinliktir. Bu pencereden baktığımızda, yazılı ya da sözlü, bütün çeviri türleri ve edimleri, kaynak dilde oluşturulmuş yazılı ya da sözlü iletinin belirli bir amaca dönük olarak erek dile aktarılması gereksinimine dayanır.
İnsanların kullandığı dillerin sayısı üstüne birçok rakam ileri sürülmüştür. Çeşitli mitolojilerde ve tanrı doğum öykülerinde, dillerin çoğulluğunu açıklayan anlatılar Fransız Akademisi’ne göre, 1929’da 2796 dil kullanılıyordu. Bu tarihten beri daha birçok sayım yapılmıştır. Ama pek çok ülkede sistemli bir döküm yapılamaması ve dillerle lehçeler arasındaki dilbilimsel uzaklığı değerlendirmek üzere evrensel ölçütlerin yetersiz olması nedeniyle dökümlerin sağlıklı olmasını engellemektedir. 2000 yılında ‘’The Linguasphere Register of the World’s Languages and Speech Communities’’ tarafından yapılan bir çalışmada 4994 “dış” dil, 13840 “iç” dil ve 8881 lehçe bulunduğu ileri sürülmüştür. Yine bu konuyla alakalı olarak yapılan ilginç bir istatistiğe göre; Yeni Gine’deki 6 milyonluk nüfus (2003’te dünya nüfusunun % 0,1’i) 1082 canlı dil konuşmaktadır (dünyadaki dillerin % 16’sı); buna karşılık 800 milyon Avrupalı (insanlık nüfusunun % 13’ü) 225 dil konuşuyor (dillerin % 3’ü).
Çeviri, en basit anlamıyla, bir dil dizgesindeki göstergelerin başka bir dil dizgesindeki göstergelere dönüştürülmesi eylemidir. Yine en temel manasıyla, “bir dilde yazılı bir metni başka bir dile çeviren kişiye “Mütercim”, bir konuşmanın ya da metnin söylenmesini (ya da yazılmasını) takiben çeviri yapan kişiye “Tercüman”; bu iki çeviri eylemini yapan kişiyi ise genel olarak Çevirmen” olarak adlandırıyoruz. Yapılan bu çeviri eylemini kapsayan meslek de “Çevirmenlik” olarak ifade edilmektedir.
Kutsal Kitap’ın ünlü Vulgata çevirisini yapan Hieronymus (348-420), çeviri sorununa metin türü açısından yaklaşan ilk çevirmen kabul edilebilir ve temelde iki çeviri tutumundan bahseder: ‘Verbum e verbu’ (sözcüğü sözcüğüne çeviri); ‘Sensum exprimere de sensu’ (anlamın çevirisi).
En dar anlamıyla da ele alsak, çeviri yaşamımızın temel öğelerinden biri haline gelmiş durumda. Nereye baksak çeviri ile burun buruna geliyor, hatta bazen Türkçe konuştuğumuzu bile unutabiliyoruz. Çeviri karmaşık bir süreçtir. Akşit Göktürk’e göre yazınsal çevirinin önemli bir işlevi, bize daha önce çok işitmiş bile olsak, iyice tanımadığımız bir düşsel kurmaca dünyayı açabilmesidir. Başka bir deyişle, daha önce tanınmayanın kavranışı, çeviride can alıcı bir etkidir.
Çevirmen yüzyıllar boyunca ikincil bir iş yapan bir zanaatkâr olarak görülmüştür. Çeviri metninin dışındaki alanlarda çevirmeni görebilmek veya duyabilmek düşük bir olasılıktır. Keza çeviri eylemi de uzun yıllar boyunca ikincil bir iş, bir sanat değil, zanaat ve orijinal eserin hizmetkarı olarak algılanmıştır. Bir kitabın üzerinde/içinde kitaba dair her tür bilgi rahatlıkla bulunabilirken okumayı olanaklı kılan çevirmenin adını bile görmek çoğu kez zordur. Yazar metnin tek sahibi olarak görüldüğünden çevirmenin varlığı saklanmaya itilir. Sözlü çeviride, yani çevirmenin canlı ve somut bir şekilde görüldüğü ve sesinin duyulduğu durumlarda bile bu ses yok sayılabilmiştir.
Durum böyle olunca, çevirmenin kendisi mevcut durumdan etkilenerek kendini görünmez saymaya başlamış ve güç talebinde bulunmaya çekinmiştir.
Çevirmen kuruluşlarının ortaya çıkışı da, bir anlamda, çevirmenlerin karşı karşıya kaldığı olumsuz durumlar olduğunun hatırlatılmasıyla bir nevi korunmak için ortaya çıkmıştır. Çevirmenin sözü edilen kendini yok sayışı “edimsel özçelişki” olarak ifade edilir. Oysa çevirmen kendi benliğinin farkında olup mesleğini onurlu bir şekilde sürdürmesi ve kendini ifade etmesi asla “narsistik bir lüks değil, bilakis varlığının bir gereğidir.”
Bilirkişilik kavramında olduğu gibi tercüman ya da çevirmenlerle ilgili özel bir yasal tanımlama ya da çerçeve bulunmamaktadır. Ülkemizde tercüman ve mütercimlerle ilgili yasal mevzuatlar aşağıdaki gibidir.
1. 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu
2. 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu
3. 1512 Sayılı Noterlik Kanunu
4. Noterlik Kanunu Yönetmeliği
Burada bahsi geçen kanun maddeleri, kapsamları ve oluşturulma amaçları gereği, sektörde faaliyet gösteren çevirmenlerin sorunlarına ve ihtiyaçlarına cevap verir nitelikte değildir. Yalnızca çevirmenleri ilgilendiren yasal düzenlemeler olarak sınıflandırılabiliriz. Yasal mevzuat konusunda sektörümüzün temel eksikliklerinden biri bir meslek odasının ve meslek yasasının bulunmuyor oluşudur. Noterlik Kanunu’nun 75. maddesinin son fıkrası gereğince noter tercümana Hukuk Yargılama Usulü Kanunu’na göre ant içirir. Bunun bir tutanakla belgelendirilmesi zorunludur. Bunu “yemin zaptı” olarak adlandırıyoruz. Yasal mevzuatla ilgili çeşitli girişimler olmuştur.
Örneğin, 2012 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na Çevirmenler Meslek Odası Birliği Kanun Teklifi verilmiştir ancak bir sonuç çıkmamıştır. Bu
bağlamda 2006 yılında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı olarak Mesleki Yeterlilik Kurumu (MYK) kurulmuştur. Bu şekilde Avrupa Birliği ile de uyumlu olan bir ulusal yeterlilik sisteminin oluşturulması hedeflenmiştir. Çevirmenlik 2012 yılında bu sisteme dâhil edilmiştir, 2013 yılında Çevirmenlik Ulusal Meslek Standardı, 2019 yılı başlarında bu standarda uygun olarak altı farklı çeviri alanında (konferans tercümanlığı, toplum çevirmenliği, irtibat çevirmenliği yerelleştirme çevirmenliği, özel alan çevirmenliği, işaret dili çevirmenliği) ulusal yeterlilikler taslak olarak yayınlanmıştır.
Çeviri bir yönüyle başka dillerin tanımladığı başka dünyaların tanıtılması, bir yönüyle de insanın kendi yaşam çevresi dışındaki olgularla düşleri bilme çabasının bir sonucudur. Nasıl ki yaşam, yaşadığımızı hissettiğimiz sürece olanaklıysa metinler de çevrilip okundukça var olacaktır. Hep BİRLİKTE güzel işler ÇEVİRMEK dileğiyle.
Osman Kürşat SERTTÜRK